Hatay’da, bir çatıya konduktan sonra
boynuna dolanan poşetten kurtulmaya çalıştıkça o poşet daha da dolanan leylek
içindir bu öyküm.
Masmavi
Akdeniz’in üzerinde uzanıp giden mavi gökyüzünde kanat çırparken uzun beyaz boynundaki
yumuşacık tüyler, kıpır kıpır dalgalanıyordu; kıpır kıpır Akdeniz dalgaları
gibi. Nicedir çırptığı kanatlarının yorgunluğunu tasa etmiyor; ama Göksu
Deltası’na az kaldığı için seviniyordu. Önce Hatay’da, Asi Nehri kenarında
biraz mola verir, nehrin sazlıklı, bol otlu bölgelerinde kurbağa avlayıp su
içtikten sonra yoluna devam ederdi. Ta Afrika’dan başlayan yolculuğunun
bitimine az kalmıştı. Leylek olmak, senede iki kez göçmek demekti. Sıcağa,
güneşe.
Nasıl
hazırlanmıştı bu yolculuğa. Günün ışıdığını görür görmez kanatlarını gere gere
durmuştu güneşin altında. Bodur, dalları seyrek yapraklı bir Afrika ağacının
tepesine çıkıp. Gün batımında arkası kızıla boyanmış ağacın tepesinde en güzel
tablolardan birini oluşturduğunu bilmenin keyfiyle sergilemişti leylek
zarafetli duruşunu. Gün doğumundaki çiğ sarı, akşamın koyu hareli kızıl ışığına
dönene dek kemikleri kana kana içmişti güneş ışınlarını.
Geçen
sene çıkarmıştı ilk yavrularını. Bu sene ikinci kez yatacaktı kuluçkaya. Eşi
ile yine Göksu Deltası’ndaki yuvalarına varacaklardı uzun uçuşun ardından. Terk
edilmiş taştan bir köy evinin bacasına kondurmuşlardı özene bezene yaptıkları
yuvalarını. Portakal, limon ağaçları vardı bolca, her yanda. Yemyeşil
kıvrımlarla akan Göksu, kah tarlaların içinden kah dağlardan, ovalardan geçerdi. Turkuaz renkli
Akdeniz’e, yeşim taşı renginde inerdi kol kol. Göksu Deltası deniyordu denizle
nehrin buluştukları yere. Deltanın ağzı bir başka güzellik. Öbek öbek sazlar,
otlar. Bacakları uzun, gagaları uzun su kuşları eğleşir sazlarda. Angutlar
uçuşur pır diye sazlardan. Ne istersen var av olarak. Balık, kurbağa, su
yılanı, kertenkele. Hatta geçen sene daha iç kesimlerde, dağların yamacında
gelengi bile avlamıştı. Sırtında buğday rengi kürk olan, sincabı andıran
gelengi gibi avı olmazdı her zaman.
Sazlıkta
kendisi gibi uzaklardan göçüp gelmiş başka kuşlarla da karşılaşırdı.
Pelikanlar, balıkçıllar, atmacalar, ötücü kuşlar dolanırdı her yanda. Küçük
kuşların kimisi ince bir sazın tepesine konardı. Saz, hem o küçücük kuşun
ağırlığıyla hem de yelle sallanırken nasıl öterdi tepesindeki kuş. Gözü en çok göğsü
masmavi kuşlara kayardı göğsü, boynu bembeyaz, kanat uçları rastık çekmiş gibi
siyah leylek.
Üç
yavruyu bir yuvada büyütmek kolay mıydı bir leylek için. Hiç kolay değildi.
Leylekler bunu iyi bilirdi. Bazı leylekler atıverirlerdi en cılız yavrularını
yuvadan aşağı. Daha fazla yorulmaya gelemezdi onlar. Beslemeyeceğini anlayınca
gözlerinden çıkardıkları yavrularını aşağı atıverirlerdi. Hoş bazen anne
leyleğe bile gerek kalmazdı. En palazlanmış yavru, daha çok yemek yiyebilmek
için gücünün yettiği diğer yavrulardan birini iteklerdi aşağıya. Yani leylek
yuvalarının altında, leyleğin yuvadan attığına rastlamak hiç şaşılacak bir şey
değildi. Kıyamazdı o yavrularına. Varsın daha çok uçup, daha çok av arasındı.
Hala
Akdeniz’in üzerindeydi. Dalgaların beyazı ürkütücü gözüküyordu yukarıdan. İçinde uçtuğu göğün bembeyaz bulutları yumuşacık
pamukları andırırken kıyıya giden hışımlı beyaz dalgalar zalim birer avcıya
benziyordu. Bazen kıyıya yaklaştığında martılarla karşılaşırlardı. Eşi ile yan
yana süzülürlerdi martıları görünce. Martılara güven olmazdı zira. Deli uçardı
onlar. Alçaktan uçarlardı; ama yuvalarına yakın uçan başka bir kuş görünce, bir
insan sesi duyunca üçü beşi birden hemen havalanır, pikeler yapa yapa kolaçan
ederlerdi etrafı. Dirlik vermezlerdi yuvaları etrafında dolananlara, uçanlara.
Martılar bir tuhaf öterdi hem. İnsanların, onların ötüşünü insan gülüşüne
benzettiğini duymuştu bir keresinde. Bir kez de kırlara çıkmış bir ailenin
kızının elinde bir kitap görmüştü. Martı’ydı kitabın adı. Jonathan Livingston
adlı bir martının öyküsüymüş. İnsanların martıları ellerindeki simitlerle
beslediklerini görünce martıların insanlarca çok sevildiğini düşünmüştü.
Martıların bu kadar sevilmelerine biraz içerlemişti. Leylekleri de bu kadar
sevselerdi ne olurdu. Neyse ki hala yenidoğan bebeklerin, leyleğin ağzındaki
çıkıda resmedildiği çizimler vardı. Leylekleri, bebeklerle de olsa hatırlıyordu
insanlar hiç olmazsa.
Hatırlıyorlardı,
insanlar hala leylekleri unutmamışlardı; ama artık şehrin içinde hiç leylek
yuvası görülmez olmuştu. Annesinin kanatları altında tüylenmeye başladığında,
annesinin anlattıkları geldi aklına. Eskiden insanların evleri bahçeli olurmuş.
Şehrin, kasabaların içinden sular akarmış; üzerleri tahtadan, taştan köprülü.
Bahçelere mutlaka dut, iğde, kayısı, kavak, kiraz, ceviz ağacı dikilirmiş.
Geniş bahçelerin duvarı dibine hayrat olarak gelen geçen, kurtlar kuşlar yesin
diye. Bazen dut ağaçlarının tepelerine bazen Karaoğlan kavaklarına yuvalarını
yaparlarmış çok eskiden leylek dedeleri. Yumurtalardan yavru leylekler çıkarken
evlerde bebeklerin doğduğu da olurmuş. Yavru leylek laklakları ile bebek
ağlamaları birbirine karışırmış. İşte büyük büyükanneleri en çok bu sesi, bu
müziği severmiş. İnsanlarla birlikte yaşar giderlermiş. İnsanlar onlara zarar
vermek ne kelime bazen kışın karda, fırtınada bozulan dağılan leylek yuvalarını
bahara kalmadan onarıp, hazır ederlermiş göç sonrası yorgun düşecek leyleklere.
Leyleklerin yolunu gözlermiş evin yaşlıları. Evin çocukları, bacadaki yuvaların
altında tekerlemeler söylermiş.”Leylek leylek havada, yumurtası tavada” diye.
Dalgalar,
beyaz fistolar gibi dizili halde laplacivert ürkütücü derinlikten kıyıya doğru
ilerlerken artık yorgunluğu iyice hissetmeye başlayan kanatlarını çırpmaya
devam ediyordu. Bir ara, az ilerisinde uçan eşine baktı. O da yorulmak
üzereydi. Daha yolları vardı; neyse ki uzun sayılmazdı. Asi Nehri kıyılarına az
kalmıştı. Sonra da Göksu Deltası.
İşte
kara göründü. Bir şerit gibi. Deniz ve kıyı. İki ayrı renk. Mavi ve toprak rengi. Toprak rengi, şu an en sevdiği renk.
Uzun bacaklarının üzerinde duracağı, yere basacağı renk o. Ha gayret. Çırp
kanatlarını. Daha hızlı; zira artık yorulsan da kara karşında. Konacaksın bir
dama, bir ağacın tepesine. Gerçi susadın; ama, dayan az daha. Biraz dinlenir
öyle gidersin Asi kıyısına.
Maviyle
toprak renginin kesişmesi, o çizgi, en sevdiği çizgiydi. Eşi bir tek kıyılarda
görülecek çizgiydi o su sınırlı çizgi. Karayla denizin kavuştuğu yerdi o
çizgi. Sudan, kumdan bir çizgiydi. Bir
yanı alabildiğine derinlik bir yanı alabildiğine bitek iki ayrı dünyaydı o
çizginin iki yanı. İşte şimdi tam üzerindeydi o yaşam çizgisinin. Artık yaşam
çizgisinin bu yanındaydı. Bu yan hayat demekti. Hayatta kalmış olmak demekti.
Biraz
alçaldı. Asi’ye varmadan önce kanatları dinlensin istiyordu. Sıvaları dökülmüş,
eskice, üç katlı bir evin çatısına kondu. Eşi, devam edecek gibi olduysa da
caydı. Yanına kondu.
Ayakları
üstünde durur durmaz anlayabildi aslında ne çok yorulduğunu. Kanatları
gövdesine kavuşunca fark ederdi zaten yorgunluğunu. Böyle anlarda hem sevinirdi
hem de tam denizin ortasındayken kanatları giderek yavaşlayan, göç yolunun
yarısındayken hayat yolunun sonuna gelerek denize düşüveren daha yaşlıca ya da
hasta leylekleri hatırlatıp üzülürdü. Halalarından birinin böyle düşüşünü görmüştü.
Çok uçmuştu etrafında, bağırmıştı; ama halası ona son bir defa bakmış sonra
da başını aşağı yöneltip, hızla düşmüştü
denize. Halasını hala caydırabilir diye öyle çok alçalmıştı ki. Son gördüğü,
halasının denize düşüşüydü. Halasının o
bembeyaz tüylü kanatları, bembeyaz köpüklere karışmıştı. Bir daha
gözükmemişti halası.
Her
leylek göçünde yaşanırdı böyle hazin hikayeler. Ama göç bitince baharı yaşayan
sıcak topraklara gelinince başka bir telaşa düşülür, üzüntüler unutulur
giderdi. Yuva ve yavru telaşı, öyle bir mutluluktu ki üzüntüleri siler
süpürürdü.
Eşi,
kanatlarını ufak ufak açarak yeniden havalanmaya hazır olduğunu anlatıyordu.
Kendisi de artık havalanmaya niyetlense iyi olacaktı. Yeterince dinlenmişlerdi.
Hay
Allah. Nereden çıktı şimdi durup dururken bu rüzgar. Yok fırtına. Ortalık tozu
toprağa katan rüzgarla göz gözü görmez hale geldi nerdeyse. Evin etrafındaki
çocuklar birden kaçıştı bağıra çağıra. “Leylek fırtınası bu kaçın” diyerek.
“Biraz
hafifledi gibi sanki rüzgar. Hiç olmazsa sağ sol görünür oldu. Çatıyı aşıp göğe
doğru uzanmış kavak ağacında, hışırtılı bir ses çıkararak durduğu yerde uçarmış
gibi gözüken o şey ne acaba? Sanki iki kolu var. Biri kavak dallarından birine
tutunuyor. Ama kurtulacak gibi sanki tutunduğu o daldan. Hah. İşte kurtuldu.
Bizim yanımıza doğru uçuyor. Kuş da değil bu.”
Uçurtmaları
tanırdı, kırların üzerinde uçarken uçurtma uçuran büyük küçük çok kişiye
rastlamıştı. Sevmişti de bu, insanların istediği gibi uçan bir ipin ucundaki
kağıttan kuşları. Kavak dalından kurtulan o şey uçurtma da değildi. “Ne acaba
bu hışırtılı, beyaz, tuhaf şey?”
Tozu
dumana katarak birdenbire çıkan rüzgarın sağa sola gelişigüzel atılmış çöplerin
içinden havalandırdığı poşet, kavak ağacının en üst dallarından birine
takılmıştı. Kavak dalına takılan naylon hışırtılı beyaz poşet, rüzgarla
dolmuş yelkenler gibi savrulurken tek tutmacı
ile asılı kaldığı daldan kurtulup yeniden çatıya doğru savrulmaya
başladı.
Kanatlarını
kaldıramayacak kadar yorgun leylek, kuşa benzemeyen; ama uçan bu beyaz, hışırtılı
ötüşlü şeye bakarken demin kavak dalından kurtulan tutmaç boynuna
geçiverdi. Leylekten de büyük poşet,
leyleğin boynunda uçuşmaya devam ediyordu.
Leylek
ayaklarıyla yoklayıp kovmak istedi poşeti. Poşet gitmedi. Biraz havalanıp az
öteye konmak istedi leylek kurtulmak için. Poşette kendiyle birlikte havalandı.
O beyaz şey öyle uçuşuyordu ki gözlerinin önüne geldi. Etrafı göremedi. Hemen kararlama konuverdi yandaki çatıya. Eşi de onu ürkü ile
izliyordu. Yanına uçtu.
Leylek,
boynunda hışır hışır uçuşan poşetten kurtulmak için gagasıyla poşete vurmaya
başladı. Poşet daha bir boynuna dolanırken gagası, bir yerinden yırttığı
poşetin içinde kaldı. Gagası, delinmiş poşetin içindeyken laklak yapmak istese
de lakırdayamadı.
İyice
ürktü leylek. Her neyse bu garip kuş, kendisini kıskıvrak yakalamıştı. Boynunu
kaptığı yetmiyormuş gibi şimdi de kıskıvrak gagasının etrafını kuşatmıştı.
Ağzını açamıyordu. Oysa hemen su içmesi, bir şeyler avlayıp yemesi gerekti.
Yoksa…….
Yosun
renkli nehrin yüksek otlarla, gelinciklerle kaplı köşesine konmak üzere uçarken
aşağıda bir yılan gördü. Çiğ yeşille karışık yeşilimsi sarı renkteydi yılan. Zehirliydi yani.
Oysa
gagasını açabilirse tam tepesinde uçmakta olan kendisine av olacaktı sinsice
bir ava yaklaşıyor gibi görünen yılan. Yılanın, kıvrılıp üzerine atlayacağı şey
ne diye bakındı. Az ilerde kıra çıkmış, mangal başında toplanmış bir kalabalık
vardı. Ağacın altına serdikleri kilimin üzerinde de bir bebek uyuyordu. Yılan,
bebeği sokmak için kıvrılmıştı besbelli.
insanların
çevreyi kirlettiklerini umursamadan, bir leyleğin boğazına geçeceğini, bir
yunusun karnından çıkacağını hiç hesaba katmadan oraya buraya attıkları poşet
gagasına, boynuna dolanmış olmasaydı
ağacın altında, gölgede mışıl mışıl uyuyan bebeği kurtarabilirdi. Ama şimdi
elinden bir şey gelmiyordu. Bir de o kadar açtı ki artık dizlerinin de
kanatlarının da dermanı hepten kalmamıştı.
Yılan,
bebeğe biraz daha yaklaştı. Leylek olanca gücünü poşetten kurtulmaya harcadığı
için daha da dermansız kaldı. Denizin üstünden uçarken takati kesilip suya
düşen halasını hatırladı o an. Yok, hatırlamadı aslında. Onu karşısında gördü.
Kendine doğru uçarak geliyordu gülümseyerek. Son bir kez bebeğe baktı. Halası
iyice yanına geldiğinde sanki canından can koparılmış gibi çığlık atarak
ağlayışını duydu bebeğin. Bir de mangaldan çıkan yağlı duman genizleri yakarken
eline sopa, taş ne buldularsa, “Yılan… Soktu bebeği, yılan” diye bağıra çağıra
koşanların haykırışlarını duydu. Halası, kendisiyle gelmesini söylüyordu
gözleriyle. Birden kanatlarında bir güç hissetti. Kanatlandı. Halasının peşine
düştü.
Kocaman
bir balık yakalamış erkek leylek, balığı eşine götürmek üzere döndüğünde eşi
yerinde yoktu. Gökyüzüne baktı. Leylek uçuyordu. Ve çok geçmeden bembeyaz
bulutların içinde geri dönmemek üzere görünmez oldu.
(Her
hakkı saklıdır)
Ayşei
Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 13.05.2014, 14:19
Acemi.demirci@yahoo.com.tr;
@AcemiDemirci