Oldum olası sevdim oraların dağını, asmasını, yaprağını, insanını. Tuğla yapılan verimli toprağının tozuna bulanmışlığım da var hem eskilerde. Bulgurlu, mercimekli, baklalı dolmasından yemişliğim de. Çemen koktuğunu bilirim sofrada üç öğünde de. Ulu çamlarının gölgesinde soluklanmışlığım var derin derin.
Cevizden
midir, yoksa meşeden mi kerestesi hatırlamadığım, tahtaya şiir gibi dökülmüş
oyma işçiliği sanatının seçkini o tahta kapılar ile belki aynı konaktan sökülüp
getirilmişti o canım nişler. Kuytularda ne şamdanların ne porselen hazneli
lambaların cılız ışıkları oynaşmıştı o nişlerde kim bilir.
Değerini bilecek birilerince alınmayı bekleyen işlemeli tahta kapılar, yazın güneşi, kışın soğuğu yiyerek yılların yorgunluğundan beli bükülmüşçesine duvarın birine yaslı bekler. Sırdaşları eski kocaman demir kilitler, başka bir rafta satılıktır.
Görkemli
eski günlerde konak çalışanlarının kazara çarpacaklar da kıracaklar diye
ödlerini kopartan o sahibinin en kıymetlisi, bugünün görücüye çıkmış eşyaların
parasını ödeyene göz kırpmadan satılacağı, sahiplerinin aklına hiç gelir miydi
acaba?
Yazmacılar
Hanı, dokumanın renk, desen şenliği yaptığı bir handı gözümde. Sofra bezinden,
yemenisine, tahta desen basma kalıplarına kadar. Yazmacılar Hanı hala yerli
yerindeydi. Yazmanın, rengârenk sofra bezinin raflara sığamadığı bir handı
orası. Şimdi kapalıydı. Restore oluyormuş. O üzüm, şal, geyik desenli rengârenk
sofra bezlerinin yığılı olduğu rafları gözlerim özlese de göremedi bu kez.
Sofra
bezinin en bilindik olanı, beyaz üzerine siyah baskılı olanıyken Yazmacılar
Hanı’ndaki sofralar, siyahtan kırmızıya, maviden mora gökkuşağına nispet
edercesine, rengin nesi var nesi yoksa her tonunu bulup buluşturmuş ve yan yana
dizili halde şenliğe çevirmişti rafları. Yazma desenlerinin taş baskı kalıpları,
ustaların yanı başlarında dururdu.
Eski
gidişlerimde her renkten sofra bezi alıp masa örtüsü olarak kullanmıştım
Ankara’da. Kenarlarına da elimden geldiğince tığ ile iş yapmıştım çirpinmesin
diye. Hala kullanıyorum. Hala kullanmadıklarım da var.
Tokat’a
2013 yılının Mayıs ayında yine gittim. Yol boyunca Yeşilırmak’ı özlediğimi
düşünerek. Güneş doğunca epeyce yükselmeden onları aşıp da ışığını salamadığı
taç süslemesi gibi kırtık kırtık sivri doruklu dağlarını özlediğimi düşündüm. Tokat,
özlediğim kentlerden oldu hep. Ulu doğu ladinli kentleri hep sevdim zira. Bir
de içinde su akan kentleri.
Dünyanın
en güzel kentlerinin içinden nehirler akar hep. Epeyce yabancı şehir gördüm
içinden ırmak akan. Batısından, doğusuna. Paris’inden, Budapeşte’sine, Prag’ına,
Toulouse’una, Brugge’üne kadar. Şehrin yeşil kurdelesi nehirler kadar nehirlerin
yüzükleri, yüzük taşları olan kemerli köprülerdeki taş işçiliğinin zarafeti,
mimarinin su üstüne yazdığı şiirler olmuştur hep. O nehirler o şehirlerden akmasaydı,
o şehirler güzelliklerini yeşertecek can suyu bulamayacaklardı belki de.
Göç
eden kuşların kıyılarında konaklayıp su içtiği, leyleklerin kenarlarında
gezindiği, su kaplumbağalarının çürümüş ağaç gövdelerinde güneşlendiği, kurbağaların susmadan bağırdığı ırmaklar, yeşil
suları kara asfaltla örtülüp caddeler altında kalmazsa eğer, şehrin kayığı da olur
o zaman, kemerli taş köprüleri de.
Tokat’a
az kalmışken karşınıza çıkıveren kızıl kayalıklardaki oluşumlar, dünyanın en
bilindik kanyonlarından hiç de geri kalır değil. Geri kalırlığı, bilinmedik
olmasında tek. Aslında buna sevinmiyor da değilim. Bilinip adı sık duyulur olanlar
bitiyor çünkü. O halde bellenmemesi daha iyi.
Tokat’a
yaklaştıkça içim içime sığmıyordu. Sivri, yüksek kalkanlar olup şehre güneş
ışıklarını ulaştırmayan sivri dağları, ulu doğu ladinlerini, eli belindeli eski
Türk mimarisinden evlerle dolu eski sokakları yeniden göreceğim için. Antikacı dükkânları ile dolu o kırmızı tuğlalı
yapısıyla Taş Hanı yeniden gezeceğim, Yazmacılar Hanı’nda belki de taş baskı
yapan bir ustayı izleyeceğim için. Bir metropolün asla sunamayacağı zanaatın,
sanatın, kültürün anlamını soluk soluk tadacağım için.
Nasıl
da güzel bir mimarisi olan kızıl tuğlalı Taş Han’ın ne mimarisi fark ediliyordu
şimdilerde ne de kırmızı tuğlaları. Her yanı incik boncukçusundan plastik kapçısına
çirkin tabelalarla kaplanmıştı. İçeride antikacı görmek şöyle dursun, ortalık
Çin işi ne var ne yok onları satan ucuzcu dükkânlarla dolmuştu. Bir iki dükkân
dışında.
Yazmacılar
Hanı’nı gezemedik. Kapalıydı. Restorasyondaymış.
Taş Han’daki sofra bezlerine, dokumalara, masa örtülerine kaldık o zaman hiçbiri
pamuklu olmayan. Naylondan.
(Her
hakkı saklıdır)
Ayşei
Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci)
02 Temmuz 2013 Salı, 18:06:28
@AcemiDemirci